belki

senin aynadan gördüğünü ben "dıvardan" görürüm. Oğuz Atay- Babama Mektup

29 Aralık 2011 Perşembe

MEĞER YANILIYORMUŞUM

Ben ağladığımı sanıyordum, meğer gülüyormuşum
Elimde kırış kırış olmuş, kullanmadığım tek yeri kalmadığından bitap olmuş peçeteyi tekrar kıvırıp mıvırıp gözlerime yaklaştırdım. Kirpiklerimle temas ettiği noktada, taş atıldığında, taşın düştüğü yüzeyin etrafında oluşan çemberlerin dağılışının bir nevi aynısının peçetede de olacağını düşünüyordum. Meğer yanılıyormuşum, gözüme kaçan kirpiğin ucundan, peçetenin kirpiklerime temas eden noktasıyla yakaladım. Geri çektim, sen misin yav benim gözlerimi yaşartan. Belki ardından küfür de edebilirdim. Lakin bu kadar sinirlenmenin yersiz olabileceğini düşünüp bundan vazgeçtim.
Peçetenin manevi bir değerinin oluştuğunu sezip, bu sefer muntazam şekilde katlayıp gömleğimin cebine koydum. Bir eğilme esnasında düşmesinden kortuğum için, gömleğimin cebine tıkıştırdığım kalemlerle de destek sağlayıp, peçeteyi bir süreliğine hapse zorladım. 
Eve döndüğümde saat geç olduğu ve zihnim uykudan başka bir şeyi düşünemediğinden kıyafetlerimi hemen çıkardım. Üşengeç ellerim gömleğimin tüm düğmelerini sökmek yerine, bağrımın açık durmasını sağlayan iliklenmemiş düğme ile bir tanesini daha söküp, oluşan boşluktan rahatlıkla kurtulabileceği kanısına varınca, gömleği de kazak misali üzerimden çıkardım. Çıkarırken de, bulunduğum ortamlar yüzünden kıyafetlerime sinmiş sigara dumanı kokusundan tiksindiğim için, yatağıma girmeden gömleğimi kirli sepetine tıkıştırdım. 
İki gün sonra yıkanmış gömleğimi ütüleyip giymeyi düşünürkeni cebinde bir kalıntı olduğunu anladım. Cebi karıştırırken, bunun iki gün öncesinden kalan peçetenin kalıntıları olduğunu anladım. İçim hiç acımadı aksine, arda kalan pisliği temizlemek bir hayli zamanımı harcadığı için peçeteye de öfkelendim. Hatta bir ara küfür edecektim ama bunun yersiz olduğunu düşünüp vazgeçtim. Meğer peçeteye fazlasıyla manevi değer yüklememişim.
Yakın bir arkadaşımın hediye ettiği gömleğimi ,titizlikle ütülerken, bir tarafını yakmamaya gayret gösterdim. Muntazam biçimde ütüledikten sonra üzerime giyip, temiz gömleğimle ve yakın arkadaşımın hediyesi olduğu bilinciyle omuzlarımı silkip evimden çıktım. 
Bineceğim otobüs durağa yaklaşırken, ne kadar kalabalık olduğunu camların kirliliğinden göremesem de, hemen önümde durur durmaz haddinden fazla kalabalık olduğunu görebildim. Saatime baktım ve zamanımın kısıtlı olduğunu anlayınca, kendimi bu çileye katlanmak zorunda bıraktım. Sırtımdaki çantamı çıkaramadığımdan da, insanların arasından geçebilme çabalarında başarısızlık kaldım. Kendi kendimi sıkıştırdım, kılımı dahi kıpırdatamadım.
Sessiz ve sakinliğiyle beni cezbeden, geçen doğum günümü kutladığımız için de bana daha sempatik gelen, ordan başka yere gitmemeyi düşündüğüm kafeye oturup bir türk kahvesi rica ettim. Montumu çıkarıp, arkadaşımın burada bana hediye ettiği gömleğimi daha da ön plana çıkardım.
Kahvem gelirken, yerdeki su birikintisini görmeyen hanımefendi orada kayıp, tepside yer alan kahve ile suyu olduğu gibi gömleğimin üzerine döküverdi. Aman ne oluyor dememe kalmadan, gömleğimin vahim halini gözlerimce tamamen görülmesine karşın, kollarıma yaslanan bayan tüm odağımın kendi üzerinde toplanmasını sağlayıp, kahve lekesini zihnimden siliverdi. Aman efendim estağfurullah. Meğer gömleğe aşırı derecede değer vermemekteymişim. Öyle ki en sevdiğim içeceklerin başında gelen türk kahvesinin gömleğimi kirletmesinden sonra küfür etmek aklımın ucundan dahi geçmedi.
Bu vesileyle tanıştığım daha sonrasında da sevgili olduğum kız arkadaşım sayesinde bu mekan bana daha da güzel geldi. Sık sık gitmeye başlamıştım haftanın belli günleri. Yarından emin olmadan, onu sonsuza kadar seveceğimi söyleyip aynı karşılığı alıyordum. Ölüm hissiyatını sezmeden onun için ölebileceğimi dahi söylüyordum. Neyseki ben bunları söylerken o bana, ölsene, demiyordu; bu açıdan kendimi şanslı hissediyorum.  Bir gün onunla ayrıldık, günlerce ağlayıp, hayatımın geri kalanında da ağlayacağımı düşünyordum. Çıldırmış gibi, onunla tanıştığım kafeye artık hiç gitmemeye; orası yerine başka kafelere gitmeye başladım. Meğer orası benim için tek yer değilmiş.
Sonsuza kadar seveceğim kızın ardından ağlamaklı halimin de sonsuza kadar süreceğine kesin gözüyle bakıyordum. Ondan başka hiçbir şeyi düşünemez olmuştum. Bir gün başımı öne eyip, yerlerdeki taşlarda onun silüetini görüyorken, onun yüzünde iğrenç bir leke yaratan boşluğun geç farkına varınca, kendimi yerde buluverdim. Pantolunumun dizine gelen kısmı yırtılmakla beraber, dizim de öylesine acıdı ki, böyle bir acının dünya üzerinde olamayacağına, bir müddet kendimi inandırdım. Dizlerimi bedenime çekmiş yerde kıvrılıyorken, bedenimi ne kadar çok düşünmeye başladığımı farkettim. Meğer O'ndan başka birşey düşünebiliyormuşum. Meğer çok daha fazla acı... bir dakika....
Bu anı ne kadar çok yaşadım, bir daha olmadığını ve de olmayacağını düşünerek, kaç farklı zaman dilimini ardımda bırakıp, onların hepsini anı sandığımda topladım. Tuttum bu sandığı kurcalamaya başladım. Başlangıçlar çok güzeldi ama sonları aynı şekilde değildi. Fakat güzel zaman dilimleri, kötülerin hepsini gölgede bırakabilecek nitelikteydi. Etrafımda toplanan, bilakis karşımda öylece duran bir bireyle, tüm içtenliğimle bir kahkaha attım. Meğer ben ne çok gülüyormuşum.

24 Aralık 2011 Cumartesi

Düşmeyen tek bir yaprak

Dalda sallanan kuru yapraklar. Bazen hışırtılarıyla sokağa renk katıyor, bazen yanından ayrılan dostlarına üzülüyorlar. Uzanacak eli yoktu, tek şansını kendini hayatta tutabilmek için kullanıyordu.
Özlem duyar; pişmanlığın ulaşacağı, ortaklığı olan noktalarda birleşmesi. Tekdüze bir izlenim bırakmıştır, çoğunluğun ortak düşüncesi ve de fikri.
Yaşlanmış ve yalnız kalmış; tutunacak tek dalı kalmış ve bu yalnızlık onu bencilliğe zorlamış.
"Yardım edin!"
Sağırlığın en gerekli olduğu anda, işine geldiğinde bahane olarak sığınılan mazerete tekrar muhtaç olduğu şu anda, ya duymazdan gelip bencilliğini tescilleyeceğim ya da kendi yaşamımdan olacağım.
"Ben olsam, aynı durumda, sen yardım eder miydin ha?"
"Kim?", "Şu anda benimle konuşuyorsun; o, senin gibi duymazdan gelmiyor. Tek odağını kendini kurtarmak için kullanıyor."
"Her neyse, etmezdi o da! Sen de etmeyeceksin!!!!"
"İyi"

Hışırtılar, rahatlatmıyor, acı veriyor artık. gıyaben değişikliğe sürükleniyor. Derken biri daha çığlıklar atarak yuvasına veda ediyor. bir döngü bu; yenilenebilmek için bu gerekiyor.
"Bence de!"
"Elbet senin de sonun gelecek öyleyse."

Sonra sessizlik, rüzgar soluksuz kalmışken, kendine gelmeye çalışmaktadır. Değil ileri bakmak, gözlerini dahi açamamaktadır. Bu, biraz olsun rahatlatıcı bir ortamdır. Bir sonraki nefese kadar dayanılması gereken tek acı kalmıştır.
Fakat, gücün yoksa, kendine güvenin azalmışsa, bir dış etkene dahi ihtiyaç duymadan yolun sonu çoktan ortaya çıkarılmıştır. Eğer yoksa güvenin kendine, umut etmenin anlamı ne? Kendine inandırdığın yolun hercümerci; başkaları tarafından yürütülürken çok daha farklıdır. Başkası için bir başkaldırı umudu vardır. "Bu böyle olmaz!" inatçılığı daha baskındır. "Her şeye rağmen" yaşanılır.
Lakin belirmişsen sen yolunu. Oynamışsan, değişikliğe uğratmışsan elindeki senaryoyu. Kendini kilitlediğin sandığın kapağı sadece içeriden açılır.
"Hayıırrr!..."
"Ya kurtulursan?"
"Böyle bir ihtimal var mı bilmiyorum."
"Ya varsa?"
"Hiç göremedim."
"Eğer sen de düşersen, ne değişecek?"
"Hiçbir şey."
"Ama sen bu dalın bir ürünü değil misin?"
"Evet ama şu anda düşmekteyim."
"Ama hala düşmemişsin."
"Yani düşmek üzereyim."
"Peki niye?"
"Gücüm kalmadı."
"Gücünün her tükendiğinde ölecek misin?"
"Belki de."
"Ölmek bir kereye mahsus ama."
"Buraya kadarmış diyeceğim."
"Aksi halde?"
"Bunun olduğunu düşünmemekteyim."

Daha öncesinde hiç rastlamamak, hiçbir zaman olmayacak anlamında değildir. Bunun için bencilleşmek fuzulidir. Geçmiş, daha önce yaşadığından ibarettir. Daha önce yaşadığın, tüm hayatını geçirmek değildir. Nefes aldığın sürece yaşıyorsun demektir."

"Sen, sadece sensin, bir başkası değil."
"Yani?"
"Yani sen bir aptalsın.Bu, herkes ağtal demek değil."
"Nasıl yani?"
"Sen doğarken, bir başkası 'doğmamayı' tercih ediyor diye doğmamayı tercih eder miydin?"
"Bu ne saçma cümle böyle?"
"Zahiri düşünüyorum."
"Bir bebekken bunu düşüneceğimi sanmıyorum."
"Şu anda da bir bebek gibisin; ama bebekler dahi oyuncaklarını diğer bebeklerle paylaşır."
"Bebeğim yaşayacak çok ömrü vardır."
"Bundan ne kadar eminsin?"
"Bilmem..."

Bilmemek ayıp değil, fakat bahane etmek, doğabilecek her umudu, var olan umutlarla birlikte yok edebilir. Ders almak güzeldir, lakin dersi ezbere tekrarlamak zamanla seni makineye dönüştürebilir. Makineyi değiştirmek için yeni parçalara ihtiyaç duyulabilir veyahut bu zahmete girmek yerine yeni makine üretilir.
Tatmin olmak, tamamıyla doyurmakla sonuçlanmışsa, o sürahi tek çeşit içecekle doldurulup bir rafa kaldırılmışsa, zamana yenik düşer. Zamanla tüm güzelliği gider. Gitmekle kalmaz, kabını da kullanılmaz hale getirir. Pis bir kabı kullanmak hiç kimsenin sevemeyeceği bir edinimdir.

"Hayıırrr!... Ben yaşamak istiyorum!"

Umudun olduğu her yaprak, düşmeden kurtarılırsa; ne rüzgar seni rahatsız eder ne de yaprak kuruyup düşer. O yaprak orada çıkmışsa bir canlılık vardır; asla düşmez ve düşürmez kıymetini bilenler. 

"Bence öyle değil."

Bir kukla olmak oyun süresince güzeldir. Oyun dışında kukla olmaksa kendi gibi yaşamayı unutan kişiyi bencilliğe sürükleyebilir."

"Hayıırrr!"
"Ya seni kurtarırsam?"
"Buna inancım tam..."

23/12/11

22 Aralık 2011 Perşembe

Ne görüyorsun?

Gözlerimin içine bak! Ne görüyorsun? Bir göz. “Daha fazlasını bekler gibi bakıyor gözlerime.” Yani gözün bölümleri. Daha çok cümle kurmak isterdim ama belki de bir duygusuzum. Sadece gördüğümü söylüyorum. Veya aşırı derecede cahilim, gözü oluşturan bölümler hakkında hiçbir şey söyleyemiyorum. Bir rakkas gibi dümdüz bir şey bile değilim. O, her yöne çalışıyor ve eşit gidiyor. Ama hareket ediyor. Ben ise başlayacağım yönü-yolu- bulamıyorum.
Sen, karanlığın içindesin. Hayır değilim, gözlerimi kapadığım anda buna ulaşabilirim veya derin uykuya daldığımda. Karanlığı neden somutluk içinde var edip, onun varlığını kısıtlıyorsun? Lambaları kapatıyorum. Pencereleri yerinden söküp, var olan boşluğu tuğlalarla dolduruyorum. Hatta kapıyı bile. Şu anda hiçbir şey görmüyorsun. Söyle ne hissediyorsun? Sonsuzluk. Neye göre sonsuzluk? Hiçbir şeye ulaşamıyorum. Ne gözlerim, ne kulaklarım, ne de diğer duygularımla. Bir boşluktayım. Boşluk, hiçbir şeyin olmamasıyla var olabilir. Hiçbir şeyin var olmaması da sonsuzluğu beraberinde getirebilir.
Ayaklan ve yürümeye başla. Yürü yürü, yavaşlama. Ama devam edersem duvara toslayacağım. Hangi duvara? Odamın dört duvarından birine. Biz şu anda sınırları olan bir alan içinde miyiz? Evet, tek değişiklik pencereleri ve kapıyı da söküp, yerini betonla doldurmak oldu. Öyleyse burası hakkında nasıl bir sonsuzluk düşünüyorsun?

Şimdi aydınlık içindesin, her yer cam ve her daim güneş ışığının olduğu odada beni seyretmektesin. Gözlerimin içine bak! Ne görüyorsun? Aynada gördüğüm şeyi…

20 Aralık 2011 Salı

Sen Düzgün Ben Harabe

Bugünkü ziyaretçilerim tinerci olmuş
Ellerinde torbalarla odalarıma doluşmuş
Her nefeslerinde biraz daha coşmuş
Sen düzgün ben harabe

Onarıma muhtaç duvarlarım
Akan sularla havuz oluşturtan çatım
Soğukluğu engelleyemeyen kapılarım
Sen düzgün ben harabe

Eski ziyaretçilerim sana uğruyormuş
Gelen bir kez daha gelmek istiyormuş
Arkalarından güzel sözler duyuluyormuş
Sen düzgün ben harabe

Geçmişte bana yönelikli farkımız
O günlere ne de çok alışmışız
Yalnız eşit yol alamamışız
Artık sen düzgün ben harabe

Bir Harf Olsaydım

Bir harf olsaydım
Değerim ne olurdu kim bilir
Nerelerde kullanılırdım
Hangi kelimede 
Hangi cümle içinde
Hangi isimde
Hangi tabirde
Hangi nasihatte
Nerelerde kullanılırdım kim bilir...

Bir harf olsaydım
Kafayı kurcalayan düşüncelerde
Birleştirilmeye çalışılan tanımların içinde
Gözlerle anlatılanların derinliğinde
Kimi zaman iyi kimi zaman kötü günlerde
Avutulmak amacıyla yumuşak çıkan seslerde
Olabilirdi diye yakınılan geçmişlerde
Nerelerde kullanılırdım kim bilir...

Bir harf olsaydım
Konuşmaya çalışan bebeğin dilinde
İlk insanların çizdikleri resimlerde
Mutluluğu belirten fotoğraf karelerinde
Görülmek istenen düşlerde
Saçılan sevgi blirtilerinde
Nerelerde kullanılırdım kim bilir

Bir harf olsaydım keşke
Daha ne isterdi bu yürek
Çünkü sizler yer alırsınız benim için kullanılmış ve de kullanılacak her harfte
Unutulmazsınız benim için ölene dek

Duvarlarda Gizlidir Hatıralar


Bakıyorum da yine uyuyorsun. Aaaaa, ama çok ayıp! Bana resmen kıçını dönmüşsün. Neyse, hadi bu seferlik de affediyorum seni. Nasılsa yatağın diğer ucundan yüzüne bakabilirim; bunu hemen bir saniye içinde yapabilirim. Hadi amaaaa, asma suratını. Gerçi seninn asık suratına herkesten daha çok alışığım; bunu olağan birşeymiş gibi algılayabilirim. Çocukluk arkadaşınım ben senin; ben, senin herşey ama herşeyini bilmekteyim. Ha merak etme sakın, eğer başkalarına senin yaptılarından bahsedeceğimden korkuyorsan, onlara karşı dilsiz gibiyim. Ben  sadece sana karşı açık yürekliyim. Nasıl olsa , biraz önce de söyledim ya, senin en yakınındaki kişiyim.
Senden nefret ettiğim zamanlar olmadı değil, bu bir gerçek. Örnek vermem gerekirse, çocukken oramı buramı boyamıştın aptalca renklerle; yahu senin, elini boyaya batırıp tam suratımın ortasına yapıtırdığını da bilirim. Sonra kaç kere birilerine sinirlenip, hıncını benden çıkarmış olmada da alışmamış değilim. Yumruklarını, kafalarını az yemedim. Ama olsun, sana hiç kırgın değilim. Çünkü bu davranışların, benim sana beslediğim sevgiyi o zamanlar azaltsa da , bugün düşündüğümde “İyi ki yapmışsın!” diyebilmekteyim. Sonuçta her yakın arkadaşın, çocukluk çağlarında yaşadıkları kötü zamanlar, kavgalar, argo konuşmalar gibi, bunlar olmuştur.
Fakat öyle umuyorum ki; bana sert çıktığın zamanlardan tecrübe kazanarak, artık nelere kızdığını bildiğimi yanında olmadığımda başına kötü birşey geldiğini sezebildiğim için, insanlara karşı gösterdiğim sert yüzümü, içine kapanıklığımı ve soğuk edalarımı senden gizlemekteyim. Ve bu sayede de sıktığın her yumruğun elinde yaratacağı acıyı en aza indirgemekteyim.
Tabi ikimizin arasındaki ilişkiyi bilmeyen insanlar var; bu insanlar, senin benim yanımda nasıl acı çekmediğini kavrayamayabilir. Dediğim gibi; çocuklukta bunların ayrımına varamadığım, bu yüzden de senin hırsına sert karşılık verdiğim için, kalın kafalı veyahut taş kafalı olarak nitelendirildim.
Halbuki ben seni her daim sevdim. Senin kötülüğünü hiçbir zaman düşünmediğim gibi arkadanda hiç iş çevirmedim. Bu sözümle kimi kastettiğimi sen de çok iyi biliyorsundur muhakkak. Benim, senin en yakın arkadaşın olduğumu bildiği için sürekli benim üzerimden senin yaptıkların hakkında bilgi toplamaya çalıştığını, annen birgün yine beni sıkıştırdığında farketmiştin.
“Anne ne yapıyorsun sen yaa?” diye sert çıkınca da elindeki –senin çok sevdiğin- bardağını da kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak: “Hiiiç, belki su istersin diye şaaapayım dedim” demişti. O gün verdiğin tepki gerçekten benim için de bulunmaz bir nimetti. İşte annenle senin ve ben ile senin arasındaki ilişkinin farklılığının sebebi de buydu. Annen yalan söylüyordu, sen ise bana hiçbir zaman yalan söylemiyordun. Benim yanımda kendin gibi davranıyordun. Ne bileyim; yanımda ağlıyordun, gülüyordun, gazını çıkartıyordun, mastürbasyon dahi yapıyordun. Benim yanımdayken telefonda kız arkadaşınla görüşüyordun, yanımdan ayrılmak gibi bir davranışta bulunmak istemiyordun, buna gereksinim duymuyordun. Nitekim bu sayede ben kendimi senin yanında hiçbir işe yaramayan duvar gibi hissetmiyordum. Gerçi sen de haklısın, gidecek pek yerin yoktu; en kötü kendi içine kapanıyordun. O zaman da hiç kimseyle konuşmuyordun. Ha bana duyurmamak için mırıldanıyordun ama ben sana belli etmeden çok yakınına geldiğim için, ağzından çıkan her kelimeyi işitiyordum.
Fakat dediğim gibi; annenin sana karşı böyle davranışları yoktu. Bu yüzden, hayat seni en çok benimle anlaşabilmeye sürükledi. Ne bileyim, derslerinde başarılı olamazdın, halbuki saatlerce çalışırdın, yine de başaramazdın. Annen bu yüzden seni sürekli aşağılardı. “Yazıklar olsun senin gibi evlada! Seni doğuracağıma taş doğursaymışım, evin temeline atardık daha faydalı olurdu! Benim anam benimle böyle ilgileneydi var ya ben şimdiye profesör olurdum profesör!” gibi ve benzeri ifadelerle seni paylardı. Sen ise mahzun bir biçimde “Elimden geleni yapıyordum anne.” dediğinde “Yapacaksın tabi!” deyip, odandan çıkıp kapıyı kapatır kapatmaz da “Bir halta yarıyor da sanki elinden gelen!” derdi. Son söylediğini ben duymuştum. Çünkü annen böyle dellendiğinde  en kuytu yere sokulurdum. Gülme öyle yalan değil, korkardım; sinirlenir de eline geçen ilk şeyi rastgele fırlatır da bir yerime gelir diye. Yeri gelmişken bir keresinde annenin babanla konuşmasına babam şahit olmuş. Annen yine babana veryansın ederken, sana söylediklerini söylemiş. İşte profesör murofesör. Babanın da o gün canı sıkkın herhalde: “Ya hanım hele git işine. Tutturmuşsun okucam da ne olacak diye. Sanki sen çok gitmek istiyordun da göndermedi anan gil!” demiş. Ha “Bunu neden şimdi söylüyorsun?” diyebilirsin haklısın da. O zaman, annene karşı daha fazla kinlenme istedim. Bir de; işte senin baban öyle söyleyince akıllanır da gelir seninle güzel güzel konuşur, artık farklı bir anne olur diye düşünmekteydim. Arkasından da konuşmanın pek hoş birşey olmayacağını düşünüyordum. Ama bugünü sorma! Bugün çok farklı. Kabul ediyorum, riyakarlık olabilir ama herşeyi bilmelisin. Belki bundan sonra tüm sorunların neden var olduğunu anlayabilirsin. Senin aslında iyi bir dost olduğunu, bu şekilde anlatabilirim. Annen, o zaman da birşey öğrenebilmek için beni sıkıştırsaydı ben senin ders çalıştığını söylerdim. Bunun üzerine annen senden özür dileyebilirdi, seni baskı altından tutmak yerine sana destek verirdi. Boktan sınavlar yüzünden çocukluğunun heba olmasını biraz engellemekte yardımcı olabililirdi. Ne kadar hamarat olduğunu mahalledeki kadınlar arasında yapılan günlerde göstermenin dışında , sana da canı gönülden yiyecekler yaparak ikram edebilirdi. Kapıyı gizlice dinlemenin veya seni porno izlerken basma çabasıyla DAN diye içeri girmekten ziyade, kapıyı tıklatıp, içeri girip sana, yaptığı yiyecekleri verip, saçını okşayıp, başını öpebilirdi. Bu şekilde sen daha mutlu olabilir, ders notlarını daha yüksek tutabilir, arkadaş çevremize soktuğun insanlara özen gösterebilirdin.
Şaşırmana gerek yok, bugün artık senin bu zamana kadar bana davrandığın şekilde sana davranacağım. İçimde ne kalmışsa hepsini saçacağım!
Son kız arkadaşın mesela. Hani ayrıldığınızda omzuma yaslanıp bazen de kafanı sertçe vuruyordun hırslanıp. Hüngür hüngür uğruna ağladığın kız. Onu ilk gördüğüm anda bile gözüm tutmamaıştı. Alışamamıştım bir türlü kendisine. Şöyle söyleyebilirim ki; annenle beslediğimiz ilk ve tek ortak duyguydu bu kıza karşı alışamama duygusu. Gerçi annen senin hiçbir kız arkadaşına ısınmamaış ve ayrılmanız için elinden geleni yapmıştı.
Neyse, şu kız, sakın yanlış anlama cinsiyet ayrımı yapmıyorum. Benim hiç kız arkadaşımın olmadığını söyleyebilirsin, haklısın da bu konuda. Yalnız, kızlara karşı bir nefret beslemiyorum. Ne olursa olsun senin son kız arkadaşın yok muydu? Saman altından su yürütüyordu, elinden geldiğince seni kullanıyordu. Odana ilk girdiğinde, masumane değil de seni nasıl soyabileceğini aklından geçiriyormuş gibi odanı süzüyordu. O kız yüzünden sigaraya başladın. İlk önce onun ikram ettiği tek dal sigaraları nezaketle kabul ettin, ardından da annenin paketlerinden sigara aşırmayı denedin. Sigara içtiğini öğrenmelerinden korktuğundan,kendin paket almaya başladın. Sonra da kendin aldığının dışında ona da paket alırdın.
Tabi bunlar beni kuruntularım olabilir. Fakat anımsamanı isterim, o kızdan ne sebeple ayrıldığınızı. Annenin yine komşularına marifetlerini gösterdiği bir gündü. Mahallediki tüm kadınlar sizin mutfağa doluşmuştu. O gün de sen eve kız arkadaşınla gelmiştin. İlk başta hep beraber oturuyorduk. Sonra sen tuvalete gitmek için müsaade isteyip yanımızdan gitmiştin. Kız da bu esnada tuvalet ile senin odanın mesafesi çok yakın olduğu için daha kuytu bir noktaya gitmişti.
Annem, telefonla konuşmasına şahit olmuş: kız, telefonun diğer ucundaki çocuğa “Aşkııım, seni seviyorum...” gibi şeyler söylüyormuş. Annem olayı vesvese etmemek için birşey söylememiş. Ama kız konuşmasını sürdürürken salona geçmiş. Salonda komşulardan birinin açık çantasının içinde para olduğunu fark etmiş ve etrafını kolaçan ettikten sonra parayı almaya yeltenmiş. Derken, ziyarete gelen başka bir kadın da bu olayı görüp cingar çıkarma unsurunu çığlık atarak gerçekleştirmeyi tercih etmiş.
Bir gürültü bir kıyamet, sen tuvaletten çıkana kadar, kız çoktan tartaklanıp kapı dışarı edilmişti. Mutfakta yer alana kadınlar da bu sefer koyu bir tartışmaya girişmişlerdi. Kimi “Polise verelim!” dedi, kimi anneni içerledi: “Oğlunuzun arkadaşlık ettiği kızlar da pek hanımcıkmış hani!”
Bir tek annem katılmamış tartışmaya. Hayatları çoğun mutfakta geçen, öyle ki bazı işlerde fikir sunmayı denediklerinde “Elinin hamuruyla...!” diye başlayıp, fikirlerini dinleme nezaketi gösterilmeyen bu kadınların tartışmasına bir tek annem katılmayıp, hepsinin söylediklerini tek tek dinledi.
Aralarında seni düşünen de yok değildi. İçlerinden en yaşlıları: “Bakın! Şu yavrucağızı düşünün,” annene dönerek “çocuğa olayları olduğu gibi anlatmayın! Yazıktır, psikolojisi bozulmasın.” demiş. Ama içlerinden en muhalefet olan kadın:
“O da arkadaşlarını düzgün yerden seçsin efendim!” diyerek anneni galyana getirmiş.
Zaten olanları biliyorsun sonrasında, annen son kadının söylediklerini dikkate alarak seni kendince bir güzel payladı. Halbuki bu, senin biraz olsun düzelebilme olasılığını da çöpe atmaktı. Baban ise yeri geldiğinde senin sözde olgunlaştığını varsayarak hazırladığı laf salatalarını, annenin yaşını da göz önünde bulundurarak annene karşı kullanmadı. Sadece bir izleyiciydi, senin çocukluğundaki süper kahramanın olan baban, bu olayda pısırığın tekiydi. Kimi zaman yaşına aldanmayarak “Eşşşşşek kadar adam oldun!” diyerek seni zorla olgunluğa sürüklediği gibi, asıl yaşına bakıp “Çocukluk işte, yeter ki düzel.” düşüncesiyle  anneni bir kenara çekerek seni kanatlarının altında koruyup gözetmedi. İşte bu yalnızlık seni, diz seviyenin altındaki çukurdan alıp, beline kadar derinliği olan bir bataklığa sürükledi.
Artık güzel günlerin hatırlanması bile beklenemezdi senin zihninde. Öylesine soyutladın ki kendini insanlardan, saatlerce yanıbaşında beklesem de, ne tek kelime işitir ne de giryanının kuruduğunu görebildim. Yorganın altına sığınmadığın vakitler yüzüme boş boş bakıyordun, ama tek kelime etmiyordun. Sana birşeyler anlatmaya çalışırdım, eski oyunlardan söz açardım, bana her baktığında sen de bunları hatırlardın, lakin oralı bile olmazdın. İçindeki boşlukta kimseye yer ayırmayan bir tavır takınmaktaydın.
Kimi vakit içeriden annenin tüm hünerleriyle meydana getirdiği eserlerinin kokusu işitilirdi. Şöyle bir dikkatlice içine çektiysen de, davranışlarında beklenen devamlılık görülmezdi. Annenin yaptığı yiyecekleri överek müraiğimi katlardım, onun aslında o kadar da kötü bir kadın olmadığı yalanına seni inandırmaya çalışırdım.
Hazırladığı kurabiyelerin kokusuyla mest olur, senin eskiden tadına doyamadığın anlarda hissettiğin duyguyu, benim, bu kokunun üzerimden hiç çıkmayan bir parfüm olmasını dilediğim günleri sana anlatarak dikkatini çekmek için çabalardım. Gerçekten de öyleydi; evin dört bir yanını mükemmel bir koku sarardı. O kokuyu içime öylesine özenle çekerdim ki, hayat boyu içime çektiğim nefesin bu kokuyla burun deliklerime girmesini dilerdim.
Bu kokunun kıyafetlerime sinmesini ve onu sonsuza dek duyabilmek isterdim. Tabi bu mümkün değildi. Sonuç itibariyle her anne çocuğunun temizliğine özen gösterirdi. Annen de aşırı titiz bir insan olduğu için evine gelen çocukların temizliğine dahi özen gösterirdi.
Benim bazen yüzümde siyah lekeler olurdu, onun için az uğraşmamıştı. Sonra, elini boyaya sokup suratıma yapıştırmıştın, o lekeleri de elleriyle ovalayarak çıkarmıştı. Benim el sürmeme gerek kalmamıştı.
Baban da mesela iyi bir insandır. Ailelerimiz birbirine çok yakın olduğu için, baban birşeyler aldığında bizi de unutmazdı. Sana yeni kıyafetler alırken bana da muhakkak bir centilmenlik yapardı. Artık çocukluğumuzun modasına göre renkler seçilirdi. Giydiğimiz kıyafetlerin renkleri uyum içindeydi. Gören adeta bizi ikiz zannederdi.
Şimdi ise renkler canlılığını her ne kadar korusa da, zuhur olamayan soyut ifadeler yüzünden hiç dikkati üzerine çekemiyor renklerin güzelliği. Ben, senin dışında kimseyle konuşmasam, sen ise hiç kimseyle konuşmasan da biliyorum olup bitenleri, daha doğrusu ileride bizi nelerin beklediğini.
Ben gözlerimi açtığımda da üstümde yeni yeni renkli güzel şeyler bulunuyordu. Ama yalnız olunca bu güzellik hiçbir şey ifade etmiyordu. Yalnızdım, kendimi o kadar soyutlamıştım ki, içimde bana bahşedilen küçücük bir boşlukla başbaşa kalmıştım. Ne içimdeki boşluktan kimseye söz ediyor ne de içimdeki boşluğu dolduracak bir itki ile yalnızlığımı bastırıyordum. Sonra sen geldin, her ne kadar buna karşı çıkmaya çalışsam da, sen zorla içime girebildin. Seninle büyüyüp yeni şeyler öğrenebildim, kıyafetlerimdeki renklerin canlılığını içimde de hissedebildim.
Boşluğumda ufak bir ses yankılanmıyor, boşluğu sen ve sana ait herşey dolduruyordu. İçe kapanıklığım, senin konuşmalarınla son buluyor, kelime dağırcığım genişliyor, zamanla olaylara dışarıdan da bakıyordum.
Beraber büyüdüğümüz alan ileride sana yetmese de, ben içimi bir sonsuzluk olarak görmeye başlıyordum. Her adımımı seninle atıyor, kendimi yalnızca sen yanımdayken rahat hissediyordum.
Fakat, fakat artık gidiyorsun. Anılarına, belleğimden hiç silinmeyen, zamana göre değişen ses tonlarındaki konuşmalarına, haykırış ve yakarışlarına, üzüntülerine ve mutlulullarına veda ediyorsun.
Kendime en çok kızdığım konu ne biliyor musun?
Sen, beni somutluğa eriştirmişken ve sen şu anda benim ilk halime benziyorken, ben senin yaptığın şeylerin hiçbirini yapamıyorum. Sen yıllarca bana bizatihi her yönünü gösterirken, ben sana sadece bugün içimi döküyorum.
İçindeki boşlukta kayboluyorsun, sana bahşedilen değil, aksine senin oluşturduğun boşlukta sıkışıyor ve içeriye kimseyi almıyor, git gide de kendini o boşluğa hapsediyorsun. Yüzüme öyle bir bakışın var ki; sadece geçmişteki güzel günleri anımsıyorsun. Bu halini gördükçe, çok sıcak olmadığı halde terliyor, yağmur yağmadığı halde ağlıyorum.
Gidiyorsun...
Dolduramadığım boşluğunla veda edip; beni yine kısa süre de olsa senden oluşacak boşlukta, normalde tenezzül etmeyeceğim büyüklükteki cisimlerin yere düşüp de çıkardığı sesten dolayı duyulan yankılamaları dinlemeye mecbur kılıyorsun. Ben ise, seninle gelemeden, kıymetini bilemediğim, seninle sohpet edebildiğim günleri düşünerekten, sonumun ne kadar yakın olduğunu düşünüyorum.
Geldiğin ve üzerime çullandığın, kendine ait eşyaları sevmeye mecbur bıraktığın günleri anımsıyorum. Farkındayım saatlerdir konuşuyorum, belki de benim çok konuşmamı neden istemediğini şimdi anlayabiliyorum.
Lakin dedim ya bugün farklı, herşeyi dökme zamanıydı. Nasılsa ileriden buraya baktığında bulamayacaksın bana dait hiçbir kalıntı. Cansız bedenimin toprakla buluştuğu noktaya gelerek dökeceksin belki gözyaşlarını. Tekrar söylüyorum merak etme, tüm sırlarının benimle beraber toprağa karışacağını. Çoğunu unutsan da, benim hiçbir zaman unutmadığımı.
Eee, Duvarlarda gizlidir hatıralar, Çünkü onlar herşeye şahit olurlar.
Yaşananlar, uzak değil hep yakın                    
 Gözümün önünden perdeler çekiliyor   
 Biriktirdiğim hatıralar oldukça kalın  
 Bu zat seninle son kez konuşuyor.

Nisan Havası Lale Bayramı



Bayram havası tesir altına almıstı Istanbul’u. Nisan ayı içerisinde, benim de dahil oldugum sonsuz lalelerle donatılmıstı Emirgan Koru’su. Yılları evvel lale cenneti diye tabir edildigini ögrenmistik, kulaktan dolma bilgilerle. Simdi , oraya ithal ediliyorduk, bizim için göç izlenimi tasıyordu, memleketimize.
Kaç saat yolda kaldıgımızı hatırlamıyorum. Ama tasındıgımız aracın kapıları acıldıgında, temiz havayla kavusunca , hasret kaldıgımız günes ısıgı gözlerimizi kamastırınca hissetmistik özlem duygusunu.
Lakin ne hazırlıklar yapılmıs,  ne oldugunu tam olarak kavrayamadıgımız –digerleriyle konusup aramızda büyüteç olarak tanımladıgımız- seylerde, devasa büyüklüklerde kendimizi görüyorduk. Her birimiz farklı renkteyiz tabii. Ee ama kendimizi görünce de digerlerine hava atıp, “öhöm öhöm!” triplerine girerek, böbürleniyorduk.
Neyse, içinde bulundugumuz kapalı seye, insanlar dolusmustu. “yahu!” dedim, “biz zaten zor sıgıyoruz, siz burada ne arıyorsunuz?” Anlayamadıgım tek sey de suydu: O insanlar da bizim gibi aynı renklere bürünüstü. Bizler topyeküm kırmızıydık, onları da turuncu görünce sasırdık.
Yanımdaki kasadan artist bir lale, tamam hepimiz laleyiz ; ama, o hepten lale. Neyse, bu lale dedi ki: “Bize özenmisler, bunlar ne kıskanç herifler!” dedi. Bir diger lale de- ama bunun adı lale- : “Ay çok sekerleeeeeeeeer....” dedi. Bizler “ tövbe tövbe” söylenirken, anam birden sarsılmaya basladık. Adamlardan biri, bütünüyle bizi kavradı avuçlarının arasında, içeri girenler de bulundu aynı davranıslarda. Dayanamadık tabi, korktuk, çıglık amaya basladık. “imdaaaaat!” Duyan yok, adamlar bizi götürüyor. Biraz önce efendilerin renklerine asık olan Lale, diger lale olan laleye: “Ay haklısın sekeriiiim, bizi çekemediler, öldürecekler” dedi.
Alanın bitisiginde baska adamlar belirdi. Bizi ilk alanlar onlaır teslim edip, tekrar içeriye girdi.
Korku içinde beklerken, bizimkilerden ayrı bir çıglık isitildi. “Çatırt!!” diye beliren ses, herkesin ilgisini çekti. Turuncular da olmak üzere, herkes, tüm bedenini sesin geldigi yöne cevirdi.
“Yavas olsana yahuuu!” diye bagırdı, digerlerinden farklı giyinimde olan adamlardan bir tanesi. Yere baktıgımda ise, aman Allah’ııııııımmm... Selamiiiii! Bütün taç yaprakları, dört bir yana serpilmisti.
“Allah’ım sükürler olsun, memleketimde ölme mutlulugunu bana bahsettin” dedi, ve hiçbirimizin bilmedigi dilegine ulasıp, memleketinde geberdi. “Elveda Selamiiii” diyerek inledi geçen her lale tanesi.

Topraklar açılmıs, belli bölümler dısında her yer yemyesil çimlerle kaplanmıs. Sıra sıra dizikdik bazı noktalara, ilk yaprak dökümünü yasayarak ayrıstırıldık gruplara.
Sonra elinde kagıtlarla bazı kisiler, emirler yagdırdı bizim kıskanc turunculara. Megerse topraklar bir güzel esilmis, o kadar rahattı ki. Biz de bilmiyoruz önceden tabii. Adamlar bizi bir eliyle alıyor, diger elinde ufak bir kürekle topraga delik acıyori icine hemenceceik bizi yerlestiriyordu.
“Yahu!” dedim “ Ne güçlü adamlar bunlar.” Bir arkadasımın agaç olan Hasmet agabeyi, köklerini salarken  topragın sertliginde sikayetçiydi. Aklımdan onu geçirirken, kıskanç herif, artık hissetti mi? Aldı beni, “Eyvahh!!” diye ürperdim. “Daha yeni ısıgı gördük, canlı canlı topraga sokacak tümüyle beni.”
Adam beni topraga yerlestirdi, o seri hareketleriyle. Soktu köklerimi sonra çevirdi etrafımı az evvel eseledigi toprak ile. Bir oturdum ki Allah’ım ne rahat. Sonra adam benim Mualla’yı alacakken, Mualla da kendisine yaklasan ele hayran hayran bakarken “Muallaaaa, Muallaaaa” diye çemkirdim. “Bu adinin güç gösterisine kanma! Toprak yumusacık.” dedim.
Mualla basta inanmadı, yanıbasıma ekilince “Aaaa gerçekten öyleymis” diyerek saskınlıgını gizlemedi. Adama da “hıhhh” diyerek sırtını çevirdi.
Bos durur muyum? “ Bak Mualla’m, ben ki ne zamandır senin triplerine tek laf etmeden yine seni severken, bir de bak biraz önce senin gözüne girmeye çalısan adiye, bir kere “hıh” yaptın diye hemen Fatma’yı aldı eline.”
Mualla adama daha da kızdı, ardından bana dönerek: “Haklısın vallahi, sen de olmasan ben kime yaslanacagım” dedikten sonra yanı basıma iyici sokulurken; o karizmatik sesle “Mualla hayatım” diyen hepimizden basla beslenen, iri, kendinden emin, Metin, Mualla’nın ilgisini hemen kendisine çekti. Mualla da bana kıçını dönerek terbiyesizce terk etti.
Zaten moralim bozukken, ossuran kıskanç turunculu, asabımı iyice bozdu. Les gibi kokudan burnumun direkleri yılıdı; ama o kötü koku bir türlü pesimi bırakmadı. Etrafım gübre kaynayınca, bekleyecektik mecburen ölüm zamanını.

Birkaç gün bekledik, insanlar akın akın fotograflarımızı cekmeye kalktıklarında: “Beni çekti” “Hayır beni çekti” diyerek kavga ettik. Yanıbasımda Mualla, haftalar önce bana döndügü kıçını, hala çevirmeyip göstermedi mazmut sıfatını.

“Hoooop çocuuuk, çimlerde bisiklet kullanma!” diye bagırdı uzaktan herifin biri. Derken git gide, üzerimize gelen çocuk karanlıkta belirdi. Allah’ım ne kadar sevgili canlınım ki, gerçerken, yeni sulanan çimlerde, buzda gider gibi kayan lastikleri duramayıp, Metin’i mort etti.
“Metiiiiiiiiiiiiiiiiiiiin!” diye haykırdı Mualla. Yavasça sokuldum yanına, dokundum taç yapraklarımla. “Metin ol Mualla, bu asık senin hep yanında.”
Mualla bana yaslandı, ölene kadar da ayrılmadı. Gerçi ölüm de fazla uzak kalmadı. Birkaç günden sonra geldi yavas yavas çıglıklarla ölüm haberleri. İnletiryordu dakika bası dört bir yanı lale iniltirleri. Ilk ölenlerden biri ise, önümde bükülen, günden güne acı çeken, sevdigim laleydi.
Çimler hala canlıydı, arda kalan kısımlar ise, ilk günden daha cansızdı. Lalelerin tüm lesleri topragın üzerinde dik durmak yerine, topraga yaslanmıstı.
“Yasam yine bitecek” derken, beni günlerce günesin fazlalıgından koruyan bir agaç: “Sen Fikri gillerin seysi misin?” dedi. Fikri ismi hiç yabancı gelmemisti. “Aa dogru, özünü bırakan peder bey” dedim, “ de sen kimsin bey amca” diye ekledim. “Aynı onun gibi konustun” dedi biraz durup: “ o da son günlerini yasadıgında bu lafları sarf etmisti.” İç çekerek: “Ben senin babanı da gördüm, dedelerinin seylerini de. Hepsi gitti, arkalarından bos bıraktıkları yerlere menekseler falan ekildi. Onlar da tükenince kaldı zihnimizde hepinizin hayalleri. Çünkü hiçbiri, sizlerin yarattıgı heyecanı vermemisti. Sizler buralardan göc edince, yüzleriniz hep özlendi. Sabırsızlıkla Nisan ayları beklendi. Memleketinize dönüs serefinize  bayramlar düzenlendi. Ölüm yakın,  sen de gideceksin, ardında bıraktıgın tohumlarla cocuklarını getirteceksin.”
Bugday hikayesine dönmüstü bu. Can verirken o agacın gözlerine bakacaktım. Toprak kalacaktı bizler göç edince, bos kalacaktı kıs boyu. Sohbaharda da konustugum amca salacaktı yapraklarını. Toprak da agac da kavusmak için bekleyecekti ilkbaharı.
Kısın da çimlerin etkisi dökülecek belki. O da, düsürürse mevlam kar tanelerini. Çocuklar yuvarlanarak, biraz da onları ezsin degil mi? Öldürmesinler hep bizim Metin’leri. Seneye de sorar insallah bu agaç bizim cocuklara, “Sen bizim Hayri’nin seysisin degil mi?”

Gün ile Akşam Döngüsü


Gözlerim yeni bir sabaha karşı uyanacak,
Kendi içinde Günaydın diye haykıracaksın
Ta ki bu sesi dışarıya cesaretle vuracak,
Sevgi sözcüklerini dökünce rahatlayacaksın

Uykuya hasret değidir gözlerin,
Uykusuzluğun verdiği huzurla dolaşacaksın
Ardı arkası kesilmeyecek kahvelerin
Ansızın, kalp çarpıntısına tutulacaksın.

Gözlerim dört bir yanda yüzünü arayacak,
Bulamayınca gözyaşlarına boğulacaksın
Kafana kazınmış ses tonuyla konuşacak
"O" olduğunu sanıp, sese doğru koşacaksın

Bir an nefesin daralacak,
Bomboş sokaklarda etrafına bakacasın
Yorgunluktan gözlerin buğulanacak
Ayılabilmek için ovalayacaksın

Yanımda hayalini kuramıyor gözlerim,
Israrla mazide kalanları karıştıracaksın
Fakat yok denecek kadar az mazim
Sadece düşünmekle geçmiş yaratacaksın

Birikti artık seninle geçmişim,
Fakat gerçek sen olmayacaksın
Uykuya hazır uzanmış bedenim,
Kendine iyi geceler dileyip uyuyacaksın