belki

senin aynadan gördüğünü ben "dıvardan" görürüm. Oğuz Atay- Babama Mektup

30 Mart 2014 Pazar

SOĞUK BİR FOTOĞRAF KARESİ 1. BÖLÜM


hikaye, rahat takip edilebilmesi için iki ayrı bölüme ayrılmıştır. 2. bölümü es geçmeyin.. :)

“Küçücüktün, böyle mini mini ellerin vardı. Bazen kırılacak diye, dokunmaya korkardım. Bir keresinde hasta olmuştun; ama nasıl.. günlerce ağlıyorsun. Babanın annesine de bir şey demeye korkuyorum; çocuğa bakamadım, diyerek azarlamasın diye. Telefon yok.. bir şey yok. Ne yapayım karşı komşuya haber ettim. Allah razı olsun, hastanede hemşire tanıdığı vardı. Evlerinde telefon da var hani. Apar topar alıp götürdük seni. Babaannene gezmeye gidiyoruz diye yalan söyledik.. kudurmuştu.. Ee ne yapalım, çocuk hasta desem beni kudurtacak bu sefer. O kudurdu.. oh olsun!”
Hapşırdım.. annemin tepkisi gecikmedi.
“Hasta mı oldun sen? Hee!? Yavrum, kuzum hasta mısın? Dur bakayım ateşin var mı? Var.. var. Hadi kalk çabuk hastaneye”
“Anne dur, dur gözünü seveyim. Hapşırdım alt tarafı. Gayet insani bir şey, abartma!”

“Olsun… olsun kuzum, olsun. Yine de bir doktora görünelim de biz, ne olursa olsun, gidelim biz.”

“Anacığım allasen, kaç yaşına geldim. Hala elindeki fotoğraflardaki halimle karıştırıyorsun beni.”

Annem hastalandığımı düşündüğü için kucağında ve elinde birikmiş halde unuttuğu fotoğraflara döndü tekrar.
“Aa bak! Bunu hatırladın mı? İlkokul mezuniyet fotoğrafın.”
Fotoğraf ilgimi çekti:
“Aa ver bakayım. Aa! Hakkat ortaokuldan mezun olduğumuzda yahu bu fotoğraf.”
“Kaçındaydın o zaman?”
“İşte 14-15.. o civardaydı.”
“Yıllar da çabucak..” dedi annem; fakat devamını getiremedi. Gözyaşlarına boğuldu:
“Şimdi benim minik oğlum evlenecek ha.” diye, gözyaşlarının arasından çıkartabildiği bu cümlenin ardından ağlamasını sürdürdü.
“Ahh annem.” dedim, boynuna sarıldım. Boğazımdan öyle bir çekti ki kendine beni; hiçbir zaman dinmeyecek bir sevginin en büyük göstergesiydi. Muhtemelen evleneceğim kadından dahi hiçbir zaman göremeyeceğim bir sevgi. Belki de çocuğumuz olduğunda, O da, evladını benden daha çok sevecek. Yaramazlıklarını görmezden gelecek. Eşini, yani beni karşısına alacak. Biliyorum, çünkü annemden böyle görmüştüm.
Annem, gözyaşlarını omzuma boşalttıktan sonra sırtıma vurdu:
“Eşoğlueşek., evlenmesen yüzünü de göremeyeceğiz desene.”
Ardından beni koltuğa itti. Omzumdaki ıslaklıkla, daha doğrusu o ağırlıkla yalnız bıraktı beni:
“Sen şimdi acıkmışsındır..” dedi mutfağa giderken.
Ben, omzumda duran bu ağırlıkla beklemeye başladım ve fotoğraflara bakmaya annemin kaldığı yerden devam ettim.
Çocukluk arkadaşlarımla olan fotoğraflarım, mezuniyet, tatil, şu an nereye gittiğimizi  hatırlamadığım bir gezi, piknik... annem, annemin gençliği ve şimdiki hali… Annemin kucağında, onun saçını çekiştirirken çekilen bir fotoğrafa gözüm takıldı. O fotoğrafın arkasından bana göz kırpan bir fotoğrafı daha gün yüzüne çıkardım.
Buyurgan, ciddi ve disiplin isteyen, alışkan olduğum bakışlar yine üzerimde baskı kuruyordu: Baba!
Baba, arkadaş, eş-dost, sevgili, dost… anne…!
Henüz yirmi dakika kadar önce, anlam veremediğim annemin gözyaşlarına, benzer yaşları, bu kez ben döküyordum.
Geçmiş zaman, zamanı kötü ansak da; elimizde olsa hayatımızdan silip atacağımız yılları düşünerek yine de üzülüyorum. Nedense bir özlem çekiyorum. Elbette annemden farklı duygularla özlüyorum gençlik yıllarını. Belki çocukluğumu, belki o zamanki düşüncelerimi.. belki dostlarımı, belki de olduğu gibi çocukluğu. Çünkü çocukluk demek, masumiyet değil mi?
“Ne o, bir de benimle dalga geçer eşek sıpası!”
Annem, elinde tepsi ile kapıda bekliyordu. Muhtemelen uzun zamandan beri bekleyişini sürdürüyordu. Sanki kendimi bulabilmem için zaman tanımıştı bana. Elinde tuttuğu tepsideki yemek tabağından çıkan az buhardan, kendini ayakta durmaya mecbur bıraktığını anlıyorum aslında, sırf bana zaman tanımak için.
Annemin, az evvel onun üstüne gittiğimde yaptığı gibi:
“İşte geçmiş, çocukluk…” diyorum; özlemimin verdiği itki ile bir damla bırakıyorum gözümden.
Annem, ayaklarımın dibine koyduğu sehpanın üzerine elinde tuttuğu az buharlı yemek tepsisini bıraktı; sonra gelip yanıma oturdu. Ellerini kucağında birleştirdi ve beklemeye koyuldu.
Yemeği yemeye başladım. Karnınım açlığı sebebiyle, çevremdeki her şeyi öylesine unutmuşum ki, ancak vücudumda doyma belirtileri başlayınca, anneme sormak aklıma geldi:
“Anne, sen aç değil misin? Neden yemiyorsun?”
Ve herkes tarafından bilinen o meşhur sözü söyledi:
“Sen yedikçe ben doyuyorum, sen hiç merak etme.”
Gülerek:” aman anne sen de…” diyorum. “Vallahi bunu çocukluğumda anlamadım, şimdi de anlamıyorum, muhtemelen hiçbir zaman anlamayacağım.”
“Sen anlamazsın, anlayamazsın da. Baban da anlamazdı zaten. Ama çocuğun olunca da-inşallah Allah nasip ederse- anlayamayacaksın. Karın çok iyi anlayacak, hiç merak etme sen.”
“Babam da anlamazdı değil mi?”
“Anlamazdı ya, nereden anlasın. O ancak övünmeyi bilir. Kahrı hep analar çeker oğlum, bilemezsin. Sen fotoğraflara bakınca geçmişi özlersin, yıllar ne çabuk geçti diye şaşarsın.
Ben sana bakınca, seni hep o ilk doğduğun günkü gibi görürüm. Sonradan şaşarım, bu bebek nasıl evlenecek diye. Ne anlar bu evlilikten. (Elimi avuçlarının arasına aldı.)
Ben, kırılacak diye korktuğumdan dokunamadığım bu parmakları nasıl başkasına emanet edeceğim diye düşünürüm. Sen bunun ne demek olduğunu nereden bilirsin?
Ben sünnetinde bile evde duramadım sıpa, sanki benim etimi kesiyorlar diye. O kalpsiz baban durdu başında ‘oğlum erkek oluyor’ diye hava atarak.
Bir kere kırdın da kolunu, günlerce bir damla uyumadan durdum başında. Sen... zıpır, kendinden korkun yok; baban gibi-erkek değil misin?- bir afra bir tafra. Bana bir şey olmaz, deyip deyip her şeye atlardın da benim yüreğim ağzıma gelirdi.”

Annem ağlamaya başladı yine. Ve tekrar, yükünü kaldıramayacağım ağırlığı bıraktı omuzlarıma. Ben, omzumdaki ağırlıkla, kendimi gördüğüm üst yerlerden yavaşça kayıyorum aşağılara. Ve daha net görüyorum. Annem artık ardımdan bağırmıyor anlamam için. Doğrudan yüzüme karşı konuşuyor.
Anneme sarılırken, onun arkasında kalan bir fotoğrafta, babamın bu sefer gülümsediğini görüyorum. Annemin kollarından zor da olsa sıyrılarak, fotoğrafı alıyorum elime. Oturup bakıyoruz kağıt parçasına ve babamı anıyoruz bir kere daha.
Annemle aynı yerden bakınca, belki de bir anlığına bir takım şeyler görüyorum. Annem, yüzüme doya doya bakıyor. Babama da bakıyor ara sıra ama yetmiyor; o somut kağıdın içinde, sıcak tenden yoksun bir biçimde soyutça duran babama doyamıyor.
“Ya sana da sadece fotoğraflarda doymak zorunda kalsaydım” der gibi bakıyor gözlerime. O bakışından bana neden “Sen babandan bana tek yadigarsın.” deyişini anlayabiliyorum.
...

2.BÖLÜM:
http://oguzhanozcan.blogspot.com.tr/2014/03/soguk-bir-fotorgaf-karesi-2-bolum.html

Hiç yorum yok: